Description
Şehrin kuzeyindeki tepelerde yaptıkları mücadele üzerinden üç gün geçmişti ve o zamandan beri sürekli takipteydi. Her soluk alıp verişinde ağzından çıkan buhar ayın aydınlattığı göğe doğru yükseliyordu. Adamın yüzü, bıyıkları ve miğferinin önünden çıkmış siyah saçları kirden zor görünür olmuştu. Serin akşam rüzgarı her estiğinde terle ıslanmış yüzü acıyor, hafifçe uzamış sakalları da rahatsızlığını giderek artırıyordu. Şehirden çıkarken giydiği parlak zırh çamur ve çimen üzerinde yuvarlanmaktan kirlenmişti, sanki zırh demirden değil de kurutulmuş yosundan yapılmış gibi duruyordu.
Yürürken rahat hareket edebilmek için, uzun kılıcı sol yanında sallanan kınına sokmuş, her an tetikte olmak adına, babasının ona öğrettiği gibi sol eliyle kılıcın süslemeli kabzasının hemen altından tutmuştu. Yaratığı yaraladığından emindi ve giderek yavaşladığını görebilmek için mükemmel bir izci olmaya da gerek yoktu. Hayvanın sağ ön ayağı her adımda biraz daha güçsüzleşiyor ve toprakta dağınık bir iz bırakıyordu. Bir günlük dinlenme zaten çok güçlü olan hayvanın yaralarının iyileşmesi için yeterli olacaktı, takibe ara veremezdi. Ne yemek yemek ne de su içmek için zaman harcamayı göze alamamıştı, açlığı aklından silmeye çalışarak yürümeye devam etti.
Gecenin sessizliğinde kendi ayak sesinden başka ses duymuyordu. Bir an çok sevdiği zırhında parlayan ay ışığına gözü takılınca bu gece ay olduğu için ne kadar şanslı olduğunu düşündü, aksi halde sık ormanda izleri takip etmek çok zor olacaktı, belki meşale taşıması gerekecek ve fersahlarca uzaktan bile rahatça fark edilecekti… tüm bunlar aklından hızla geçerken kafasını aya doğru kaldırdı ve selam verircesine hafifçe gülümsedi.
Şafak vakti yaklaştığında ay etkisini iyice kaybetmişti, izlere yakından bakabilmek için eğildiğinde uzun çalıların arasında başka bir canlının varlığını hissetti, ayağa kalkıp kılıcını çekti ve korkunç bir hırıltıya benzeyen nefes sesini duydu. Bacaklarını hafifçe açıp ayaklarını sert toprağa iyice yerleştirdi, kılıcını iki eliyle kavradı ve omzunun üzerine kaldırıp beklemeye başladı. Nefes sesi son bir kez daha duyulduktan sonra karanlık içinden en az gece kadar siyah olan yaratık dört ayağı üzerinde koşarak çıktı. Beline göre çok geniş duran omuzlarının üstündeki kıllar fırlamaya hazır milyonlarca ok gibi dikilmişti. Bir yarasa kafasını andıran yüzündeki iki sarı göz tüm vahşiliğiyle parlıyordu, ağzını açtığında dişleri tümüyle ortaya çıktı. Yaratığın hareketlerini takip edebilmek bir insanın gözleri için ne kadar zor olsa da Dük yaratığın üzerine atlamasından hemen önce çift ayakla sıçrayarak üzerine gelen iri kütleden kaçmaya çalışırken, kılıcını daha önce yaraladığı sağ ayağa doğru indirdi ve eğilerek kendini ileriye attı, yerde yuvarlanıp tek dizi üzerinde doğruldu. Kılıcını yüzünün tam ortasında yaratığa dönük olarak iki eliyle sıkıca tutuyordu.
Arka ayakları üzerine kalkan hayvan kendisine zarar veren bu adamdan nefret ettiğini tüm dünyaya haykırırcasına geniş göğsünün daha da büyük gözükmesine sebep olacak şekilde derin bir nefes alıp uzunca uludu. Tekrar dört ayak üstüne düştüğünde ise acıyla inledi ve sağ ayağını ani bir hareketle yukarı çekti. İşte o an Dük, son hamlesinin geldiğini anladı ve en az rakibi kadar çevik bir hareketle kılıcı hala önünde tutarak ileri atıldı. Yaratık yan tarafa doğru kaçmak isterken büyük kılıç aşağıdan yukarı doğru bir yay çizerek yaratığın göğsünde büyük, derin bir yara açtı ve hemen ardından kaburgaların arasında atan kalbine bir yol çizerek ilerledi.
Hayvanın ölümünün kesin olması için Dük kılıcını geri çekmeden önce çizmesinin hemen üstüne bacağına bağladığı kınından çektiği bıçağıyla yaratığın boynunda hala zayıfça atan damarı kesti. Yaratığın siyah renkli kanı adamın göğsüne doğru fışkırıp zaten kir içindeki zırhta boydan boya, koyu bir iz bıraktı. Doğrulup ayağını hayvanın iri kaburgalarına dayayarak kılıcına asıldı ve geri çekti. Sonra da kesin bir hamleyle yaratığın başını gövdesinden ayırdı.
Hala elinde tuttuğu bıçağın tersini kullanarak zırh üzerindeki koyu siyah kanı kazırcasına temizledi, yaptığından memnun olmuş bir şekilde yaratığın cesedinden uzaklaştı. Belindeki minik bölmeden kırmızı renkli bir bez çıkarıp kılıcındaki ve bıçağındaki siyah kanı sildi. Elindeki beze iğrenerek baktı, onu tekrar kullanabilmesi mümkün değildi bu yüzden nefretle cesedin üzerine doğru savurdu. Artık dönüş vaktinin geldiğine kanaat getirmişti ama önce bir şeyler yemeliydi...
***
“Hoş geldiniz lordum” diyerek saygıyla eğildi kapıyı açan genç, “Bu seferki av sizi çok yormuş gibi görünüyor. Bir emriniz var mı?”
Zırhının sağ tarafı tam anlamıyla temizlenememiş yer yer pıhtılaşmış kapkara bir kanla kaplı adam, kirli yüzünü kaldırıp kapı görevlisine hafifçe gülümsedi ve hayır anlamında başını salladıktan sonra kafasını kaleye çevirdi. Serin akşamda yankılanan müzik sesini zar zor duyabiliyordu, bunun yanında insanların rahatça ve yüksek sesle yaptığı sohbetler de bir karmaşa halinde ulaşıyordu bu keskin kulaklara. “Bugün günlerden ne?” diye sordu kısık ama rahatça anlaşılabilen bir sesle, genç kapı görevlisi cevap verdi:
“Bağbozumuna tam bir hafta var lordum”
“Şenlikler niye erken başladı?” diye sorduktan hemen sonra karşısındaki tam ağzını açmışken Dük elini boşver dermişçesine salladı, bunlarla uğraşamayacak kadar yorgundu. “Söyle bana sıcak su hazırlasınlar, yemek işini kendim hallederim. Geceyarısından bir saat önce ben de eğlenceye katılacağım, eşimi ve misafirleri haberdar edin, kimse eğlenceye ara vermesin, ben iyiyim” dedikten sonra kalenin arkasına doğru ilerledi. Mutfağa girdiğinde harıl harıl çalışmakta olan aşçı ve hizmetçiler işlerini bırakıp eğildiler. Dük hafifçe gülümseyerek “İşinize devam edin, müsait olan biriniz de banyoya yemek ve şarap getirsin, acelesi yok” diyerek mutfağın diğer kapısından dışarı çıkıp banyoya yöneldi. Adam mutfaktan çıkar çıkmaz insanlar bir an birbirlerine baktılar, bazıları minnetle gülümserken burada çalışmanın ne kadar büyük bir şans olduğunu düşünüyordu.
Dük banyoya girer girmez iki hizmetçi onun zırhını çıkarmaya başladı, sıcak sudan yükselen buhar tüm odayı kaplamıştı. Yorgunluktan bitkin düşmüş olan adam kendini şimdiden çok iyi hissediyordu ve tamamen soyunduğunda kendini sıcak suya bıraktı, gözlerini kapadı ve gergin olan tüm kasları anında rahatladı. Hizmetçi kızlardan biri yemek tepsisini usulca kolunun yanına bıraktı ve eğilerek banyodan çıktı, adam ona bakmak için bile gözlerini açmadı.
Her yıl Bağbozumundan 5 gün önce başlayıp iki hafta devam eden şenlikler düzenlenir ve bu, tüm sene boyunca tüm şehir halkı tarafından konuşulurdu. Dük bu yıl şenliklerin neden erken başladığını merak ediyordu. Açılış konuşmalarını her yıl kendi yapar ve bundan büyük keyif alırdı. Kalesinden çıkarken bu yılki açılışa yetişemeyeceğini düşünüyordu ama şimdi bu endişesinin yerini şenliklerin erken başlamasından dolayı oluşan kızgınlık almıştı. Büyük ihtimalle kızlarımın bir şımarıklığı daha diye söyleniyordu içinden ama tatsızlık çıkartmak niyetinde de değildi.
Salonun büyük kapıları iki genç ve uzun boylu uşak tarafından açıldı. Dük odaya girdiğinde müzik kesildi, eğlenceye davetli olan tüm misafirler yüksek bir yerde duran tahtın önünden çekilip duvarlarını insanların oluşturduğu bir koridor meydana getirdi. Dük aralarından geçerken herkesin yüzüne tek tek bakıp gülümsüyor ve karşılığında bir reverans alıyordu. Yavaş ama güçlü adımlarla tahtın önüne geldi, önce kızlarını ardından eşini öptükten ve onların hoşgeldin mesajlarını dinledikten sonra yüzünü davetlilere döndü.
Şölen salonu hiçbir zaman başkentteki kadar güzel ve ünlü olamamıştı. Yüksek tavanlı ahşap binanın tavanı, bir yaprağın ucunu andıran kavisli bir kubbe şeklindeydi ve tahtın hemen üstünde, tavana yakın, gümüşten yapılmış hokka içindeki tüy amblemi duruyordu. İki duvarın dibine kalın ayaklı ahşap masalar kurulmuştu, üzerlerindeki yiyeceklerin bir kısmı yenmiş olmasına rağmen salona girmelerine izin verilmeyen köylülerin iştahlarını kabartmaya yetecek kadar şaşaalıydılar. Salondakilerin hepsi tahtın hemen önünde toplanmış meraklı gözlerle Dük’e bakıyordu.
Büyük salonda kendisinden başka kimse zırh giymemişti. Giydiği bu zırhı halkına duyduğu saygının bir göstergesi olarak düşünmüştü hep. Şehrin en iyi ustasıyla uzun konuşmalar sonucunda şenlikler için özel olarak hazırlattığı bu hafif zırhın abartılı işlemeleri kelimenin tam anlamıyla salondaki herkesin nefesini kesiyordu. Önüne uzatılan tepsi içindeki altın kadehi yukarı kaldırarak:
“Umarım açılış konuşması için çok geç kalmadım” dedi gülümseyerek ve o an salonda büyük bir alkış koptu. En küçük kızıyla göz göze geldiğinde de “Bu eziyetten kaçmak için şenlikleri çok daha önce başlatmanız gerekirdi küçük hanım” dedi, salon bu sefer sözleri kahkahalar ve gülümsemelerle karşıladı.
Konuşmasında Dukalığın nasıl kurulduğundan bahsetti. Halkı için yaptıklarını anlattı büyük bir gururla ancak her yıl olduğu gibi soylular anlatılanları kendi tarihleri değil de çocuklara anlatılan bir masal gibi dinlediler. Şehri kuran ve bunca yıl tek başına koruyan adama büyük bir saygı duyuyorlardı ancak hiç kimse yaşanılanları tam olarak anlayamıyor, gerekli önemi vermiyordu.
Sözlerini bitirip kadehi tutan elini daha da yukarı kaldırdığında salondaki herkes hep bir ağızdan “Çok Yaşa!” diye bağırmaya başladı. Dük kadehinden büyük bir yudum aldı, onun hemen ardından da davetliler Beyazakça’da kendilerinin ürettiği kırmızı şaraplarını yudumlamaya başladı. Kalabalık içinden işlemeli beyaz bir gömlek ile koyu renk pantolon giymiş sarı saçlı bir adam ipekten yapıldığı belli gri pelerinini savurarak Dük’ün önüne kadar ilerledi ve abartılı bir selam verdi. Sol eliyle pelerinini yana doğru açmış sağ elini de tahta doğru uzatmıştı. Kısa bir müddet bekleyip etrafındakileri süzdükten sonra konuşmaya başladı.
“Ey yüce Segallion, izniniz olursa bugün için özel olarak yazdığım, kahramanlıklarınızla dolu bir şiirimi sunmak isterim…” konuşma tarzından, etrafındakilere bakışından ve suratındaki imalı gülümsemeden tam bir gösteri müptelası olduğu rahatça anlaşılabiliyordu.
İlk zamanlar çok rahatsız olduğu bu gibi destanlara şimdilerde alışmış olan Dük kadehinden bir yudum daha aldı ve tahtına oturarak kollarını iki yana açtı “Senin şiirlerinden birini daha duymak için sabırsızlanıyorum Ethan” dedi. O sırada henüz 17 yaşında olan küçük kızının arkadaki odaya açılan kapıdan çıkıp gittiğini gözünün ucuyla fark etti ama bozuntuya vermeden başıyla Ethan’a başlamasını işaret etti. Ethan bu gibi kahramanlık hikayeleri ve şiirleriyle o kadar ünlenmişti ki, tüm davetliler neredeyse soluk almaya korkar bir şekilde beklemeye koyuldu, kısa bir sessizlik anından sonra Ethan gırtlağını temizledi, hemen sağında duran güzel kıza göz kırptıktan sonra da şiirini okumaya başladı.
Ethan, kadim elflerin çok eskiden Mordagor adını verdiği siyah ejderin uzun yılların ardından Beyazakça’da insanları rahatsız etmeye başlaması üzerine Segallion’un Mordagor’la tek başına yaptığı savaşı anlatan dizelere geldiğine Dük dudaklarına yayılan gülümsemenin kimse tarafından görülmediğini umarak, utançla etrafına baktı. Salondaki herkes gözünü bile kırpmadan Ethan’ın gösterisini seyrediyordu. Soylular kendilerini bu tasasız hayata öyle bir kaptırmışlardı ki, kötülüğü alt etmenin, izledikleri adamın hareketleriyle anlattığı kadar kolay olduğunu sanıyorlardı. Oysa yıllardır halkının güvenliğini sağlayan Dük, çok önce deneyimsizliği yüzünden kaybettiği arkadaşının hatırasını kafasından silemediği için, halkının değil kötülüklerle savaşmasını, yaratıklardan haberdar olmasını bile istemiyordu.
Son sözlerle birlikte salon bu sefer de Ethan için alkışa başladı. Bayan davetlilerden bazıları ipek mendillerle gözlerinden akan ince yaşları silerken erkekler övgüyle bağırıyor, Ethan’ın elini sıkabilmek için itişiyorlardı. Bu kargaşa sırasında büyük salon kapıları aniden açıldı, panikleyen baş Uşak içeri girmek isteyen adamı engellemek için koşarken bir yandan da kapıların tekrar kapatılması için elini kolunu sallayıp duruyordu. Kapıların bu şekilde açılmasına sebep olan kişi soluk soluğa bir şeyler anlatmaya çalışıyordu, salonda arkada duran bir iki kişi haricinde bu olanları gözleyebilen çok az kişi vardı. Yüksekte oturan Dük de bu az sayıdaki kişiden biriydi, gür sesiyle uşağa seslendi “Hereric neler oluyor? Bizi eğlence sırasında bu denli rahatsız edecek kadar önemli olan şey de neymiş?”
Dük’ün bu sözleri salonda bir kırbaç etkisi yarattı ve herkes susup bakışlarını kapıya yöneltti. Ethan bir anda kesilen ilgiden son derece rahatsız olsa da merakına yenik düşmüştü. Kısa boyu yüzünden parmaklarının ucuna yükselmiş neler olduğunu görmeye çalışıyordu. Uşak davetin böyle büyük bir densizlikle bölünmesine o kadar sıkılmış ve utanmıştı ki tüm suratı kıpkırmızı kesilmişti. Konuşurken, bir yandan da görevine devam edip edemeyeceği sorusu aklını kemiriyordu,
“Lordum, halkımız şehir merkezinde eğlenirken şarabı fazla kaçıran biri elindeki kılıçla herkesi tehdit ediyor ve inatla sizi görmek istediğini haykırıyormuş. Halk arasından hiç kimse sarhoşun elindeki kılıcı almaya cesaret edememiş, son çare olarak sizi çağırmaya karar vermişler.”
Uşak bunları söyler söylemez Dük’ün büyük kızı her zamanki şımarıklığıyla babasına doğru koşup, “Ben de görmek istiyorum sevgili babacığım, bizleri bu eğlenceden mahrum bırakmayacaksınız değil mi?” diye sordu. Segallion, her ne kadar canı sıkılsa da bunu belli etmemeye çalışarak salona döndü ve “O zaman hep beraber gidip bir insanı bu hale getiren olayı öğrenmek için şehre ilerleyelim, ne dersiniz?” diyerek ayağa kalktı. Bu gibi olayları her zaman çok eğlenceli bulan soylular, keyiflerinden hiçbir şey kaybetmeden Dük’e yol açtılar.
Bir müddet sonra tümü soylulardan oluşan kafile olay yerine gelmişti. Manzara komik olduğu kadar korkutucuydu da; ortada saçı sakalı birbirine karışmış yaşlıca bir adam, elindeki kılıcı savurup duruyor, etrafında genişçe bir çember oluşturmuş olan insanlar da gülüp bağrışıyor, üzerine masadan aldıkları meyveleri atıyorlardı. Kimse karmaşada Dük’ün olay yerine vardığını fark edemedi. Parlak zırhlı adam kendine yol açarak ilerliyor, gelenin Segallion olduğunu görenler ne yapacağını şaşırıyor hatta bazıları kendini yerlere atıp özür diliyordu.
Dük sonunda kalabalığı yarıp çemberin içine girdiğinde yaşlı adamın arkası dönüktü, elindeki kılıcı kaldırıp başının üzerinde savuruyor ve karşısındakilere anlamsız şekilde bağırıyordu, kalabalık bir an sessizleşmiş, olanları izliyorken, Dük’ün arkasından kendini affettirebileceğini düşünen Hereric koşarak geldi, Segallion’un omzuna dokunmadan önce bir an tereddüt etti ve o sırada Dük arkasını dönüp ‘ne var?’ der gibi baktı. Uşak o kadar utanmıştı ki yerlere kadar eğildikten sonra elindeki kılıcı öne doğru uzatarak usulca “Kılıcınıza ihtiyacınız olabilir diye düşünmüştüm lordum” dedi.
Segallion uşağının ne dediğini zar zor anlamıştı ki, arkasında duran sarhoşun, elindeki kılıcı yukarı kaldırıp kendi etrafında dönmeye başladığını fark etmekte biraz gecikti. Dük dönerken bir eliyle uşağı yere itip diğeriyle de kılıcına uzanıyordu ama gördüğü son şey yaşlı adamın korku dolu yüzü oldu. Dük’ün kafası, sarhoşun kılıç darbesiyle bedeninden kopup yere düştüğünde birçok kişi çığlık attı, bazıları da elleriyle gözlerini ve ağzını kapadı. Hemen hemen herkes donakalmıştı. Dük dizlerinin üzerine düşerken en büyük kızı kalabalığın içinden fırlayarak babasının omuzlarını tutmaya çalıştı ancak bunu tamamen amaçsız bir şekilde yapmıştı. Segallion yüzükoyun yere düşerken kızı da onunla birlikte hareket ediyordu ve beraber büyük bir gürültüyle yere düştüler.
Baba kız toprağın üzerine sert bir şekilde çarptıklarında birçok kişi daha adamın başına üşüştü. Erkeklerden bazıları, Dük’ün başını kestikten sonra kılıcını yere atıp, dizleri üzerine çökmüş, ne yapacağını bilemeyen yaşlı adamın üzerine atıldı ve öfkeyle yumruklamaya, tekmelemeye başladı. Kadınlardan bazıları da Dük’ü öldüren adama tekme atabilmek ya da sadece tükürebilmek için karmaşa içinden bir boşluk arıyordu.
Olayın şokuyla olduğu yerde hareketsiz duran Düşes, eşinin elinden fırladıktan sonra ayakları dibine düşen kılıcı izliyordu. Kılıcın üzerindeki ışıltılara takılmış bunların şehirde yanan ışıklardan mı yoksa kılıcın kendisinden mi kaynaklandığını anlamaya çalışıyordu.
Bir an dünya giderek silikleşiyor gibi gelmişti ona, sanki sesler ve ışıklar azalıyordu. Sonra seslerin azalmadığını fark etti, aksine kafasının içindeymiş gibiydiler. Yine de dünyanın karardığı, belki de kılıcın daha da parlaklaştığı bir gerçekti, onu eline almak için büyük bir arzu duydu ve yere çömeldi, elini uzattı, parmağıyla kılıca dokunduğu an beyninde eşinin sesini duyar gibi oldu.
Biraz önce ölmüş adamın sesi hızlıca bir şeyler anlatıyormuş gibiydi ama kadın o kadar büyük bir şok içindeydi ki duyduklarına bir türlü anlam veremiyor, eşinin ölümünü kabullenemediği gibi kulaklarını acıtan bu sese de daha fazla dayanamayacağını düşünüyordu. Gözlerinden akan damlalar çoktan çenesine ulaşmıştı ki üzerindeki pelerini çıkartıp kılıcın etrafına sardı ve onu bir bebekmiş gibi kucaklayıp eve doğru koşmaya başladı. Kapıdan girerken hala koşmakta olan Düşes, kendisini takip eden Hereric’e kimseyi içeri almamasını emretti.