HOME | DD

Cirak — Segallion

Published: 2005-11-20 11:02:16 +0000 UTC; Views: 381; Favourites: 0; Downloads: 5
Redirect to original
Description

Şehrin kuzeyindeki tepelerde  yaptıkları mücadele üzerinden üç gün geçmişti ve o zamandan beri sürekli  takipteydi. Her soluk alıp verişinde ağzından çıkan buhar ayın aydınlattığı göğe  doğru yükseliyordu. Adamın yüzü, bıyıkları ve miğferinin önünden çıkmış siyah  saçları kirden zor görünür olmuştu. Serin akşam rüzgarı her estiğinde terle  ıslanmış yüzü acıyor, hafifçe uzamış sakalları da rahatsızlığını giderek  artırıyordu. Şehirden çıkarken giydiği parlak zırh çamur ve çimen üzerinde  yuvarlanmaktan kirlenmişti, sanki zırh demirden değil de kurutulmuş yosundan  yapılmış gibi duruyordu.

Yürürken rahat hareket edebilmek  için, uzun kılıcı sol yanında sallanan kınına sokmuş, her an tetikte olmak  adına, babasının ona öğrettiği gibi sol eliyle kılıcın süslemeli kabzasının  hemen altından tutmuştu. Yaratığı yaraladığından emindi ve giderek yavaşladığını  görebilmek için mükemmel bir izci olmaya da gerek yoktu. Hayvanın sağ ön ayağı  her adımda biraz daha güçsüzleşiyor ve toprakta dağınık bir iz bırakıyordu. Bir  günlük dinlenme zaten çok güçlü olan hayvanın yaralarının iyileşmesi için  yeterli olacaktı, takibe ara veremezdi. Ne yemek yemek ne de su içmek için zaman  harcamayı göze alamamıştı, açlığı aklından silmeye çalışarak yürümeye devam  etti.

Gecenin sessizliğinde kendi ayak  sesinden başka ses duymuyordu. Bir an çok sevdiği zırhında parlayan ay ışığına  gözü takılınca bu gece ay olduğu için ne kadar şanslı olduğunu düşündü, aksi  halde sık ormanda izleri takip etmek çok zor olacaktı, belki meşale taşıması  gerekecek ve fersahlarca uzaktan bile rahatça fark edilecekti… tüm bunlar  aklından hızla geçerken kafasını aya doğru kaldırdı ve selam verircesine hafifçe  gülümsedi.

Şafak vakti yaklaştığında ay  etkisini iyice kaybetmişti, izlere yakından bakabilmek için eğildiğinde uzun  çalıların arasında başka bir canlının varlığını hissetti, ayağa kalkıp kılıcını  çekti ve korkunç bir hırıltıya benzeyen nefes sesini duydu. Bacaklarını hafifçe  açıp ayaklarını sert toprağa iyice yerleştirdi, kılıcını iki eliyle kavradı ve  omzunun üzerine kaldırıp beklemeye başladı. Nefes sesi son bir kez daha  duyulduktan sonra karanlık içinden en az gece kadar siyah olan yaratık dört  ayağı üzerinde koşarak çıktı. Beline göre çok geniş duran omuzlarının üstündeki  kıllar fırlamaya hazır milyonlarca ok gibi dikilmişti. Bir yarasa kafasını  andıran yüzündeki iki sarı göz tüm vahşiliğiyle parlıyordu, ağzını açtığında  dişleri tümüyle ortaya çıktı. Yaratığın hareketlerini takip edebilmek bir  insanın gözleri için ne kadar zor olsa da Dük yaratığın üzerine atlamasından  hemen önce çift ayakla sıçrayarak üzerine gelen iri kütleden kaçmaya çalışırken,  kılıcını daha önce yaraladığı sağ ayağa doğru indirdi ve eğilerek kendini  ileriye attı, yerde yuvarlanıp tek dizi üzerinde doğruldu. Kılıcını yüzünün tam  ortasında yaratığa dönük olarak iki eliyle sıkıca tutuyordu.

Arka ayakları üzerine kalkan  hayvan kendisine zarar veren bu adamdan nefret ettiğini tüm dünyaya  haykırırcasına geniş göğsünün daha da büyük gözükmesine sebep olacak şekilde  derin bir nefes alıp uzunca uludu. Tekrar dört ayak üstüne düştüğünde ise acıyla  inledi ve sağ ayağını ani bir hareketle yukarı çekti. İşte o an Dük, son  hamlesinin geldiğini anladı ve en az rakibi kadar çevik bir hareketle kılıcı  hala önünde tutarak ileri atıldı. Yaratık yan tarafa doğru kaçmak isterken büyük  kılıç aşağıdan yukarı doğru bir yay çizerek yaratığın göğsünde büyük, derin bir  yara açtı ve hemen ardından kaburgaların arasında atan kalbine bir yol çizerek  ilerledi.

Hayvanın ölümünün kesin olması  için Dük kılıcını geri çekmeden önce çizmesinin hemen üstüne bacağına bağladığı  kınından çektiği bıçağıyla yaratığın boynunda hala zayıfça atan damarı kesti.  Yaratığın siyah renkli kanı adamın göğsüne doğru fışkırıp zaten kir içindeki  zırhta boydan boya, koyu bir iz bıraktı. Doğrulup ayağını hayvanın iri  kaburgalarına dayayarak kılıcına asıldı ve geri çekti. Sonra da kesin bir  hamleyle yaratığın başını gövdesinden ayırdı.

Hala elinde tuttuğu bıçağın  tersini kullanarak zırh üzerindeki koyu siyah kanı kazırcasına temizledi,  yaptığından memnun olmuş bir şekilde yaratığın cesedinden uzaklaştı. Belindeki  minik bölmeden kırmızı renkli bir bez çıkarıp kılıcındaki ve bıçağındaki siyah  kanı sildi. Elindeki beze iğrenerek baktı, onu tekrar kullanabilmesi mümkün  değildi bu yüzden nefretle cesedin üzerine doğru savurdu. Artık dönüş vaktinin  geldiğine kanaat getirmişti ama önce bir şeyler yemeliydi...


***

 

“Hoş geldiniz lordum” diyerek  saygıyla eğildi kapıyı açan genç, “Bu seferki av sizi çok yormuş gibi görünüyor.  Bir emriniz var mı?”

Zırhının sağ tarafı tam  anlamıyla temizlenememiş yer yer pıhtılaşmış kapkara bir kanla kaplı adam, kirli  yüzünü kaldırıp kapı görevlisine hafifçe gülümsedi ve hayır anlamında başını  salladıktan sonra kafasını kaleye çevirdi. Serin akşamda yankılanan müzik sesini  zar zor duyabiliyordu, bunun yanında insanların rahatça ve yüksek sesle yaptığı  sohbetler de bir karmaşa halinde ulaşıyordu bu keskin kulaklara. “Bugün  günlerden ne?” diye sordu kısık ama rahatça anlaşılabilen bir sesle, genç kapı  görevlisi cevap verdi:

“Bağbozumuna tam bir hafta var  lordum”

“Şenlikler niye erken başladı?”  diye sorduktan hemen sonra karşısındaki tam ağzını açmışken Dük elini boşver  dermişçesine salladı, bunlarla uğraşamayacak kadar yorgundu. “Söyle bana sıcak  su hazırlasınlar, yemek işini kendim hallederim. Geceyarısından bir saat önce  ben de eğlenceye katılacağım, eşimi ve misafirleri haberdar edin, kimse  eğlenceye ara vermesin, ben iyiyim” dedikten sonra kalenin arkasına doğru  ilerledi. Mutfağa girdiğinde harıl harıl çalışmakta olan aşçı ve hizmetçiler  işlerini bırakıp eğildiler. Dük hafifçe gülümseyerek “İşinize devam edin, müsait  olan biriniz de banyoya yemek ve şarap getirsin, acelesi yok” diyerek mutfağın  diğer kapısından dışarı çıkıp banyoya yöneldi. Adam mutfaktan çıkar çıkmaz  insanlar bir an birbirlerine baktılar, bazıları minnetle gülümserken burada  çalışmanın ne kadar büyük bir şans olduğunu düşünüyordu.

Dük banyoya girer girmez iki  hizmetçi onun zırhını çıkarmaya başladı, sıcak sudan yükselen buhar tüm odayı  kaplamıştı. Yorgunluktan bitkin düşmüş olan adam kendini şimdiden çok iyi  hissediyordu ve tamamen soyunduğunda kendini sıcak suya bıraktı, gözlerini  kapadı ve gergin olan tüm kasları anında rahatladı. Hizmetçi kızlardan biri  yemek tepsisini usulca kolunun yanına bıraktı ve eğilerek banyodan çıktı, adam  ona bakmak için bile gözlerini açmadı.

Her yıl Bağbozumundan 5 gün önce  başlayıp iki hafta devam eden şenlikler düzenlenir ve bu, tüm sene boyunca tüm  şehir halkı tarafından konuşulurdu. Dük bu yıl şenliklerin neden erken  başladığını merak ediyordu. Açılış konuşmalarını her yıl kendi yapar ve bundan  büyük keyif alırdı. Kalesinden çıkarken bu yılki açılışa yetişemeyeceğini  düşünüyordu ama şimdi bu endişesinin yerini şenliklerin erken başlamasından  dolayı oluşan kızgınlık almıştı. Büyük ihtimalle kızlarımın bir şımarıklığı daha  diye söyleniyordu içinden ama tatsızlık çıkartmak niyetinde de değildi.

Salonun büyük kapıları iki genç  ve uzun boylu uşak tarafından açıldı. Dük odaya girdiğinde müzik kesildi,  eğlenceye davetli olan tüm misafirler yüksek bir yerde duran tahtın önünden  çekilip duvarlarını insanların oluşturduğu bir koridor meydana getirdi. Dük  aralarından geçerken herkesin yüzüne tek tek bakıp gülümsüyor ve karşılığında  bir reverans alıyordu. Yavaş ama güçlü adımlarla tahtın önüne geldi, önce  kızlarını ardından eşini öptükten ve onların hoşgeldin mesajlarını dinledikten  sonra yüzünü davetlilere döndü.

Şölen salonu hiçbir zaman  başkentteki kadar güzel ve ünlü olamamıştı. Yüksek tavanlı ahşap binanın tavanı,  bir yaprağın ucunu andıran kavisli bir kubbe şeklindeydi ve tahtın hemen  üstünde, tavana yakın, gümüşten yapılmış hokka içindeki tüy amblemi duruyordu.  İki duvarın dibine kalın ayaklı ahşap masalar kurulmuştu, üzerlerindeki  yiyeceklerin bir kısmı yenmiş olmasına rağmen salona girmelerine izin verilmeyen  köylülerin iştahlarını kabartmaya yetecek kadar şaşaalıydılar. Salondakilerin  hepsi tahtın hemen önünde toplanmış meraklı gözlerle Dük’e bakıyordu.

Büyük salonda kendisinden başka  kimse zırh giymemişti. Giydiği bu zırhı halkına duyduğu saygının bir göstergesi  olarak düşünmüştü hep. Şehrin en iyi ustasıyla uzun konuşmalar sonucunda  şenlikler için özel olarak hazırlattığı bu hafif zırhın abartılı işlemeleri  kelimenin tam anlamıyla salondaki herkesin nefesini kesiyordu. Önüne uzatılan  tepsi içindeki altın kadehi yukarı kaldırarak:

“Umarım açılış konuşması için  çok geç kalmadım” dedi gülümseyerek ve o an salonda büyük bir alkış koptu. En  küçük kızıyla göz göze geldiğinde de “Bu eziyetten kaçmak için şenlikleri çok  daha önce başlatmanız gerekirdi küçük hanım” dedi, salon bu sefer sözleri  kahkahalar ve gülümsemelerle karşıladı.

Konuşmasında Dukalığın nasıl  kurulduğundan bahsetti. Halkı için yaptıklarını anlattı büyük bir gururla ancak  her yıl olduğu gibi soylular anlatılanları kendi tarihleri değil de çocuklara  anlatılan bir masal gibi dinlediler. Şehri kuran ve bunca yıl tek başına koruyan  adama büyük bir saygı duyuyorlardı ancak hiç kimse yaşanılanları tam olarak  anlayamıyor, gerekli önemi vermiyordu.

Sözlerini bitirip kadehi tutan  elini daha da yukarı kaldırdığında salondaki herkes hep bir ağızdan “Çok Yaşa!”  diye bağırmaya başladı. Dük kadehinden büyük bir yudum aldı, onun hemen ardından  da davetliler Beyazakça’da kendilerinin ürettiği kırmızı şaraplarını yudumlamaya  başladı. Kalabalık içinden işlemeli beyaz bir gömlek ile koyu renk pantolon  giymiş sarı saçlı bir adam ipekten yapıldığı belli gri pelerinini savurarak  Dük’ün önüne kadar ilerledi ve abartılı bir selam verdi. Sol eliyle pelerinini  yana doğru açmış sağ elini de tahta doğru uzatmıştı. Kısa bir müddet bekleyip  etrafındakileri süzdükten sonra konuşmaya başladı.

“Ey yüce Segallion, izniniz  olursa bugün için özel olarak yazdığım, kahramanlıklarınızla dolu bir şiirimi  sunmak isterim…” konuşma tarzından, etrafındakilere bakışından ve suratındaki  imalı gülümsemeden tam bir gösteri müptelası olduğu rahatça anlaşılabiliyordu.

İlk zamanlar çok rahatsız olduğu  bu gibi destanlara şimdilerde alışmış olan Dük kadehinden bir yudum daha aldı ve  tahtına oturarak kollarını iki yana açtı “Senin şiirlerinden birini daha duymak  için sabırsızlanıyorum Ethan” dedi. O sırada henüz 17 yaşında olan küçük kızının  arkadaki odaya açılan kapıdan çıkıp gittiğini gözünün ucuyla fark etti ama  bozuntuya vermeden başıyla Ethan’a başlamasını işaret etti. Ethan bu gibi  kahramanlık hikayeleri ve şiirleriyle o kadar ünlenmişti ki, tüm davetliler  neredeyse soluk almaya korkar bir şekilde beklemeye koyuldu, kısa bir sessizlik  anından sonra Ethan gırtlağını temizledi, hemen sağında duran güzel kıza göz  kırptıktan sonra da şiirini okumaya başladı.

Ethan, kadim elflerin çok  eskiden Mordagor adını verdiği siyah ejderin uzun yılların ardından Beyazakça’da  insanları rahatsız etmeye başlaması üzerine Segallion’un Mordagor’la tek başına  yaptığı savaşı anlatan dizelere geldiğine Dük dudaklarına yayılan gülümsemenin  kimse tarafından görülmediğini umarak, utançla etrafına baktı. Salondaki herkes  gözünü bile kırpmadan Ethan’ın gösterisini seyrediyordu. Soylular kendilerini bu  tasasız hayata öyle bir kaptırmışlardı ki, kötülüğü alt etmenin, izledikleri  adamın hareketleriyle anlattığı kadar kolay olduğunu sanıyorlardı. Oysa  yıllardır halkının güvenliğini sağlayan Dük, çok önce deneyimsizliği yüzünden  kaybettiği arkadaşının hatırasını kafasından silemediği için, halkının değil  kötülüklerle savaşmasını, yaratıklardan haberdar olmasını bile istemiyordu.

 Son sözlerle birlikte salon bu  sefer de Ethan için alkışa başladı. Bayan davetlilerden bazıları ipek  mendillerle gözlerinden akan ince yaşları silerken erkekler övgüyle bağırıyor,  Ethan’ın elini sıkabilmek için itişiyorlardı. Bu kargaşa sırasında büyük salon  kapıları aniden açıldı, panikleyen baş Uşak içeri girmek isteyen adamı  engellemek için koşarken bir yandan da kapıların tekrar kapatılması için elini  kolunu sallayıp duruyordu. Kapıların bu şekilde açılmasına sebep olan kişi soluk  soluğa bir şeyler anlatmaya çalışıyordu, salonda arkada duran bir iki kişi  haricinde bu olanları gözleyebilen çok az kişi vardı. Yüksekte oturan Dük de bu  az sayıdaki kişiden biriydi, gür sesiyle uşağa seslendi “Hereric neler oluyor?  Bizi eğlence sırasında bu denli rahatsız edecek kadar önemli olan şey de  neymiş?”

Dük’ün bu sözleri salonda bir  kırbaç etkisi yarattı ve herkes susup bakışlarını kapıya yöneltti. Ethan bir  anda kesilen ilgiden son derece rahatsız olsa da merakına yenik düşmüştü. Kısa  boyu yüzünden parmaklarının ucuna yükselmiş neler olduğunu görmeye çalışıyordu.  Uşak davetin böyle büyük bir densizlikle bölünmesine o kadar sıkılmış ve utanmıştı ki tüm suratı kıpkırmızı kesilmişti.  Konuşurken, bir yandan da görevine devam edip edemeyeceği sorusu aklını  kemiriyordu,

“Lordum, halkımız şehir  merkezinde eğlenirken şarabı fazla kaçıran biri elindeki kılıçla herkesi tehdit  ediyor ve inatla sizi görmek istediğini haykırıyormuş. Halk arasından hiç kimse  sarhoşun elindeki kılıcı almaya cesaret edememiş,  son çare olarak sizi çağırmaya karar vermişler.”

Uşak bunları söyler söylemez  Dük’ün büyük kızı her zamanki şımarıklığıyla babasına doğru koşup, “Ben de  görmek istiyorum sevgili babacığım, bizleri bu eğlenceden mahrum  bırakmayacaksınız değil mi?” diye sordu. Segallion, her ne kadar canı sıkılsa da  bunu belli etmemeye çalışarak salona döndü ve “O zaman hep beraber gidip bir  insanı bu hale getiren olayı öğrenmek için şehre ilerleyelim, ne dersiniz?”  diyerek ayağa kalktı. Bu gibi olayları her zaman çok eğlenceli bulan soylular,  keyiflerinden hiçbir şey kaybetmeden Dük’e yol açtılar.

Bir müddet sonra tümü  soylulardan oluşan kafile olay yerine gelmişti. Manzara komik olduğu kadar  korkutucuydu da; ortada saçı sakalı birbirine karışmış yaşlıca bir adam,  elindeki kılıcı savurup duruyor, etrafında genişçe bir çember oluşturmuş olan  insanlar da gülüp bağrışıyor, üzerine masadan aldıkları meyveleri atıyorlardı.  Kimse karmaşada Dük’ün olay yerine vardığını fark edemedi. Parlak zırhlı adam  kendine yol açarak ilerliyor, gelenin Segallion olduğunu görenler ne yapacağını  şaşırıyor hatta bazıları kendini yerlere atıp özür diliyordu.

Dük sonunda kalabalığı yarıp  çemberin içine girdiğinde yaşlı adamın arkası dönüktü, elindeki kılıcı kaldırıp  başının üzerinde savuruyor ve karşısındakilere anlamsız şekilde bağırıyordu,  kalabalık bir an sessizleşmiş, olanları izliyorken, Dük’ün arkasından kendini  affettirebileceğini düşünen Hereric koşarak geldi, Segallion’un omzuna  dokunmadan önce bir an tereddüt etti ve o sırada Dük arkasını dönüp ‘ne var?’  der gibi baktı. Uşak o kadar utanmıştı ki yerlere kadar eğildikten sonra  elindeki kılıcı öne doğru uzatarak usulca “Kılıcınıza ihtiyacınız olabilir diye  düşünmüştüm lordum” dedi.

Segallion uşağının ne dediğini  zar zor anlamıştı ki, arkasında duran sarhoşun, elindeki kılıcı yukarı kaldırıp  kendi etrafında dönmeye başladığını fark etmekte biraz gecikti. Dük dönerken bir  eliyle uşağı yere itip diğeriyle de kılıcına uzanıyordu ama gördüğü son şey  yaşlı adamın korku dolu yüzü oldu. Dük’ün kafası, sarhoşun kılıç darbesiyle  bedeninden kopup yere düştüğünde birçok kişi çığlık attı, bazıları da elleriyle  gözlerini ve ağzını kapadı. Hemen hemen herkes donakalmıştı. Dük dizlerinin  üzerine düşerken en büyük kızı kalabalığın içinden fırlayarak babasının  omuzlarını tutmaya çalıştı ancak bunu tamamen amaçsız bir şekilde yapmıştı.  Segallion yüzükoyun yere düşerken kızı da onunla birlikte hareket ediyordu ve  beraber büyük bir gürültüyle yere düştüler.

Baba kız toprağın üzerine sert  bir şekilde çarptıklarında birçok kişi daha adamın başına üşüştü. Erkeklerden  bazıları, Dük’ün başını kestikten sonra kılıcını yere atıp, dizleri üzerine  çökmüş, ne yapacağını bilemeyen yaşlı adamın üzerine atıldı ve öfkeyle  yumruklamaya, tekmelemeye başladı. Kadınlardan bazıları da Dük’ü öldüren adama  tekme atabilmek ya da sadece tükürebilmek için karmaşa içinden bir boşluk  arıyordu.

Olayın şokuyla olduğu yerde  hareketsiz duran Düşes, eşinin elinden fırladıktan sonra ayakları dibine düşen  kılıcı izliyordu. Kılıcın üzerindeki ışıltılara takılmış bunların şehirde yanan  ışıklardan mı yoksa kılıcın kendisinden mi kaynaklandığını anlamaya çalışıyordu.

Bir an dünya giderek  silikleşiyor gibi gelmişti ona, sanki sesler ve ışıklar azalıyordu. Sonra  seslerin azalmadığını fark etti, aksine kafasının içindeymiş gibiydiler. Yine de  dünyanın karardığı, belki de kılıcın daha da parlaklaştığı bir gerçekti, onu  eline almak için büyük bir arzu duydu ve yere çömeldi, elini uzattı, parmağıyla  kılıca dokunduğu an beyninde eşinin sesini duyar gibi oldu.

Biraz önce ölmüş adamın sesi  hızlıca bir şeyler anlatıyormuş gibiydi ama kadın o kadar büyük bir şok  içindeydi ki duyduklarına bir türlü anlam veremiyor, eşinin ölümünü  kabullenemediği gibi kulaklarını acıtan bu sese de daha fazla dayanamayacağını  düşünüyordu. Gözlerinden akan damlalar çoktan çenesine ulaşmıştı ki üzerindeki  pelerini çıkartıp kılıcın etrafına sardı ve onu bir bebekmiş gibi kucaklayıp eve  doğru koşmaya başladı. Kapıdan girerken hala koşmakta olan Düşes, kendisini  takip eden Hereric’e kimseyi içeri almamasını emretti.

Related content
Comments: 2

Vanalgah [2006-03-07 21:06:40 +0000 UTC]

aman yarabbim nasıl bitti bu hikaye ! asıl ben şok oldum..harikaydı..bitişi çok fenaydı..
peki şölenin başında arka kapıdan çıkan küçük kız? ona ne oldu o sonda yoktu..bu çok ilginç geldi bana..

👍: 0 ⏩: 1

Cirak In reply to Vanalgah [2006-03-07 21:32:28 +0000 UTC]

Bu aslında bahsettiğim arkadaşla yazmaya başladığımız romanın ilk bölümü, küçük kızın nereye gittiği ikinci bölümdeydi sanırım...
Roman bitmedi ve bitebilecek durumdan çok uzak şu aralar, başlangıcı ve sonucu belli lakin fikirlerimiz tükendi hikayenin gidişatından memnun kalmadık ve yarım bıraktık, belki ilerde devam ederiz

👍: 0 ⏩: 0